Uzun ve masmavi bir koridor... Ben de bir tarafında yalnızım. Sizin anlayacağınız, siyah bir tuvalde siyah bir nokta gibiyim...”
Gece
yarısına doğruydu galiba. Saat... Ne önemi var ki. Önemli olan, onların
yaşanmış olması. Dün yada bugün yaşanmış, bilemedin on yıl sonra yaşanacak. Ne
önemi var...
Etraf
sessizdi. Ne bir insan ne de bir hayvan... Sokak köpekleri bile uğraşacak bir
şeyler bulmuşlardı herhalde, boş boş gezinmek dışında. Bu yalnızlık rahatsız
ediyordu beni. Zaten boğucu bir hava vardı, sıcaktı. Şöyle bir bakındım etrafa.
“Of!” dedim kendi kendime “Ne iş bu!” . Başım ağrıyor gibiydi.
Hiç
oyalanmadan eve döndüm. Canım sıkkındı. Kafamı dağıtmak için birkaç arkadaşı
aradım. Uzun uzun muhabbetler... Bir de müzik açtım. Kafamı iyice boşalttım. Rahatlar
gibi oldum.
“Gece
uzun ve karanlık / Ama bütün korkulardan uzak…”. Nedense hep geliyordu aklıma
bu mısralar, anlayamıyordum. Yoksa...
Soğuk bir
duş aldım önce. Sonra da çay demledim. Evet, gece uzun olacaktı, ama
korkacaktım bu sefer; belki daha önce hiç korkmadığım kadar... Evimin manzaralı
tek penceresinin önüne geçtim ve izlemeye başladım masum şehrimi. İzlerken
kaptırdım kendimi, dalıp gittim öylece... İçtiğim çayın her yudumu zehir gibi
geliyordu. Güya çok şekerli içerdim.
Kanımda var,
isyan ettim hemen. “Olamaz!” dedim “Olamaz! Bu hep benim başıma gelemez!” Ha
bitti ha bitecek derken başkaları başlamıştı. Sizin açınızdan neyin başladığı
merak konusu tabii… Herkesin kendini yalnız hissettiği bir şeyler vardır,
vardır elbet. ”Merhaba günlük”lerle geçen, küçük ve yalnız bir hayatım vardı. Üç
beş mısraya sığan yaşamıma bir de başkalarının yüzleri girince...
Yalanlanan
hayat gerçek olunca çok koyar. Aynen öyle oldu.Çok dertliydim ama dert ortağım
yoktu yanımda.Bu yalnızlık öğretti bana , hayatın karbon monoksit gibi zehirden
başka bir şey olmadığını.
…
Hayalet
gibiydim, tuhaftım. Anlamsızca bakınıyordum etrafa. Sokaktaki insanlar deli
sandılar beni herhalde. O derece berbattım anlayacağınız. “Bir gazete alıp
okuyayım” diyemiyordum, çünkü haberler delik deşik ediyordu insanı. Vapura
atlayıp doğru Üsküdar ‘a gitmek geçti içimden de yapamadım. Bir parçam hep
buralara çekiyordu beni. “En iyisi “ dedim “Boğaz manzaralı bir bank bulup, pis
de olsa bu boktan şehrin havasını çekeyim ciğerlerime.”
“Sabaha
karşı bir bok olmaz şairden” diye okumuştum bir kitapta. İşte o işe yaramazlık
vardı üzerimde. Peki niye? Tembellik değil mi, susuyordum sadece. Ve bu durum
düşündürmeye başladı beni. Şüphecilik neresinde çıban gibi çıkmıştı felsefe
tarihinin? Ne zaman çıktıysa çıktı meret; ama bana da bulaştı biraz. Gerçekten,
ben var mıydım? Varsam ve bu sırf düşündüğüm içinse ben yok olmak istiyordum. Çünkü
hiç de iyi şeyler düşünmüyordum...
…
“Şair olmak mı dedin?
Sakın ha
Vazgeç bu sevdadan.
Yoksa çok acı çekersin.
Şairi takan olmaz
Bunu bilmez misin?”
Sakın ha
Vazgeç bu sevdadan.
Yoksa çok acı çekersin.
Şairi takan olmaz
Bunu bilmez misin?”
Neydi o
yağan yağmur. Tam da caddenin ortasında yakaladı beni. Zor attım kendimi bir iş
hanının giriş katına. Girişin hemen sağında bir çay ocağı vardı. Yağmur dinene
kadar çay ve gazeteyle zaman öldürürüm diye düşündüm. Zaman geçiyordu geçmesine
de yağmur bitmiyordu bir türlü. Dayanamadım daha fazla. “Yağmur da neymiş? Üç
damla su” diyerek attım kendimi sokağa. Mübarek iyi yağıyordu. Dolmuşlara
koşana kadar ıpıslak olmuştum.
Eve girer
girmez üstümdekileri çıkardım. Çok yorgundum galiba ki attım kendimi yatağıma. Sırt
üstü uzanıp tavanı izledim birkaç dakika. Sonra dalıp gitmişim. Uyandığımda
gece yarısını biraz geçmişti saat. Hâlâ yağıyordu. Ve şehrim daha bir güzel
oluyordu. Yağmur, saflığından bir parça da İstanbul’a bulaştırıyordu her
damlasında. “Yazın ortasında bu ne yağmuru?” dedim kendi kendime. Elbet bildiği
vardı yağmurun. Şehrim susamıştı galiba...
Günlüğümü çıkarttım. Günlük okumayı severim. Ama
hiçbir zaman bitiremem okuma işini. Bir şekilde uçar gider bu aklım. Yine öyle
oldu. Kendime geldiğimde birkaç mısrayı karalanmış halde buldum, oturduğum
masanın önünde. Eski resimlere baktım. Her gece yaptığım gibi. Ben deliydim
galiba. Bir insan bu kadar işkence edemez kendine. Kendini lime lime etmez. Ama
bu benim işte. Neylersin.
Kim söylemiş
hayatın güzel olduğunu? Güzel yanları vardı elbet. Ama işkencesi daha ağır
basıyordu benim ölçü birimimde. Radyom her zaman efkarlarda… Evim sessiz, sakin
ve zavallı. Ya İstanbul? O’nun hali daha kötü… Ne zaman bir şair ağlasa, yağmur
yağıyor İstanbul’a. Alt yapısı zaten bozuk şehrin çocukları kaldıramıyordu bu
hayatı. Zaten hiç kaldıramamışlardı. Bu, tarihin kara yazısıydı. Çocuklar bu
yüzden sevmezdi şiir okumayı. Bilirlerdi, her şair bir yağmur demekti. Ve her
yağmur, top oynamadan geçen birkaç gün, parkta şaka yapmadan geçen birkaç saat...
Liste uzayıp gider. İşte kendime kızmak için bir sebebim daha vardı. Şu birkaç
gündür yağan yağmur, benim eserimdi.
Şimdi siz
bu ne biçim yazı yazma diyebilirsiniz. Düzensiz anlatımlar, araya giren
sohbetler... Şimdi yaptığım gibi. İnsan kendini anlatmak için yazar. Ve
yazarken konuştuğunu hissetmek ister. Siz bunları okurken belki otobüstesiniz,
belki odanızdasınız, belki de bir kütüphanede. Peki ben neredeyim hiç
düşündünüz mü? Ne yapıyorum bunları yazarken? Hangi kaset çalıyor da çiziyor
kalbimi? Yazmanın en kötü yanı da budur işte. Ne kadar iyi yazarsan yaz, hep
bir şeyler eksik kalıyor... Yağan yağmur güzeldi. İçimi döküyordum şehrime de,
balkondaki çamaşırları unutmuştum. Hatırladığımda çok geçti artık. İkinci bir
parti yıkanmışlardı. Olsun. Anılar daha bir etkili olurlar süper market
raflarında satılan pahalı deterjanlardan.
Şarap
içesim vardı. Ama evde şarap kalmamıştı. Bir koşu gidim iki şişe aldım. İkinci
şişe ileriki geceler için. Alkolik değilim, hiç merak etmeyin.
Şairiz ya
hesapta, düşünmek lazımdı dünya üzerine. Düşündük ve ne bulduk: Talan, yalan, acı,
öfke... Çok eskilerde kalmıştı gülücükler, taş çağının o yalnızlık dolu yeşil
günlerinden. Uzaktı mutluluk insanlara. Bunu gördük ya şiir yazmak da
gelmiyordu içimden. Şimdi başlayacaktım bir mısraya, gerisi nefret dolu
olacaktı. Sonra kızacaktım kendime. “ En iyisi” dedim “hiç başlama”. Çünkü
düşününce öyle yerlere geliyor ki insan... Hırs ve talan için yakılan Bağdat
Kütüphanesi, tarihin en büyük pisliği, adına puşt denecek bir olay, herkesin
bildiği şu lanet Nazi işkencesi... Neydi de böyle oldu dünya? Şair olmak buydu belki de. Seviyordum. Kağıt
üzerinde yenik gözüksem de seviyordum inadına. Ve bu arada unutmuyordum diğer
insanları. Evet, şair olmak buydu. Karanlıklardan bulup çıkardığı mum ışığını
insanlığa sunan o Orta Çağ adamını, gaz ocaklarında, acımasızca katledilen
binlerce insanı, sömürü için kullanılan kadınları, çocukları unutmamak lazımdı,
zaten unutulmadı.
Ne mutlu
ederdi beni o an? Bir telefon sesi, peşinden bir “Alo!”. Beni aramıştı. Neden
aramış olabilirdi ki? Cevap yok. Karşılık verdim. Konuşma bittiğinde bir
gariptim. Klasik, sevgiliyle yapılan konuşma sonrası şoku. Sonraki gün onun
evindeki doğum günü partisinde buldum kendimi. Herkes eğleniyordu da bana bir
şeyler ters geliyordu. Bir paragraf önce anlatılanlar boşa mıydı? O kadar acı
varken dünyada bu yakışık alır mıydı? Eğlenmek hakkımız tabii ama bu kadarı
fazlaydı galiba. Yanağından öptüm ve “Gitmem lazım” dedim. “ Bekle” dedi. Üstüne
yağmurdan korunmak için bir şeyler aldı, geldi. “Birlikte çıkalım” dedi. Şaşırmıştım.
Arkadaşları evde bıraktık (ki çıktığımızdan habersizlerdi) ve yürümeye
başladık.
“Bir şey mi var?” dedi. Dalgındım. Sonra derin
bir nefes “Bu yanlış. Yapılanlar. Bana göre değil. Bencillik kokuyor her anı. Ben
yokum artık.” Başını öne eğdi “Anlıyorum” dedi. “Anlıyorsan niye böyleyiz” diyemedim. “İyi ki varsın” deyip oradan
uzaklaştım. Pişman mıydım? Hayır. Hep geri çekilmek olmazdı, olmadı da. Artık
gitmem gerekirdi uzaklara. Bırakıp her şeyi, yeni yerler görmeye, başka aşklar
yaşamaya…
Genciz ya,
deli bir ateş vardı içimizde. Her şey yapılabilirdi. Hatta Tanrı bile
olunabilirdi. Peşinden şiirler üzerine kurulu bir hayat yaşanmalıydı. Bize de
bu yakışırdı. Sayfa sayfa şiirler, her biri kandamlası mısralar... Boğulmak da
vardı sayfalar arasında. Genciz ya, vız gelirdi hepsi. Ama her şey hesapta... Pratikte
ne vardı?
Bilirim
seversiniz eski fotoğraflara bakmayı. Sonra eski 45’likleri dinlemeyi çok
seversiniz. Çünkü eski güzeldir. Çünkü eski hep arzu edilen ve bir daha geriye
gelmeyecek olandır. Ama ben eski resimlere baktıkça küfrediyordum kendime. Bir
şarkı çalıyorsa o günlerden, radyoyu kırıyordum. Şair olmaya engel bazı anılar
yaşadım. Ve kuytu köşelerde ağlarken kimse dönüp bakmadı. İşte bu yüzden,
tarifi imkansız bir nefret birikti içimde. Kapılar kapandı. Yağmurlar dışarıda
bırakıldı. Ne araba sesleri, ne çocuk gülücükleri… Telefonun kablosu kesildi,
televizyon çöpe atıldı. Radyo zaten geçenlerde kırılmıştı. Alt komşumun kızı
piyano çalıyordu. Onu dinliyordum çoğu zaman. Dalıp gitmek mümkün... Sonra
yağmur, bu yaz gününde. Sonra çalan kapı zili... Ve karşımda duruyordu evrenin
en güzel portresi. “İçeri gel. Islanmışsın.” Piyanonun sesi daha bir artmıştı.
“Yağmur için özür dilerim” dedim “ bu yağmur benim yüzümden yağıyor.” Bana
baktı uzunca. “Niye gitmek istiyorsun?” diye sordu birden. Oturduğum yerden
kalktım, pencerenin önüne yürüdüm. Yağmuru izledim öylece. Tekrar sordu. Susuyordum.
Piyanonun sesi kesildi. Ben de susuyordum. Ona bakamıyordum, çünkü beni
ağlarken görmesini istemiyordum. Yanağımdan kayıp giden gözyaşlarımı kaçırmak
zor işti. Çaresizliğimi anlamamak için aptal olmak gerekirdi ki hiç de aptal
değildi. Ölümü hiç bu kadar istemedim ben. “Yaşamak lazım” derdim oysa “yaşamak,
sevmek, sevilmek...” İşte bu kadar tutarsız olabilirdi bir insan. “Keşke” dedim
“keşke
öğle uykusuna yatmış bir çocuk olsam”... Kalkıp yanıma geldi. Sarıldı bana. Gözyaşlarımı
sildi. “Ağlama” dedi. Sonra tekrar sarıldı. Alnımdan öptü ve çıkıp gitti. Öylece
kalakaldım. Zaten başka bir şey yapamazdım. İşte bu yüzden gitmek lazımdı
uzaklara.
Sessiz
bir yok oluş... İşte bu lazımdı bana.
Harem
otogarının tam ortasında, elimde biletimle ve etrafa boş boş bakarak
duruyordum. Öyle bir durumdaydım ki kelime bulamıyorum yazmaya. Gidiyordum
artık. Ya bitiyordu her şey ya da acı dolu günler yeni başlıyordu. Bu aşk
oyununda bir de şair olma gayesi vardı, unutmamıştım... Daha önce okuduğum
şiirler okunmaya başladı kulaklarımda. Gözlerimden bir film karesi halinde
geçen anılar... Ağlıyordum ve hiçbir faydasını göremiyordum.
O kadar
acele etmişim ki hemen o saat içinde kalkacak olan otobüsten almıştım biletimi.
Çok olmadı, muavin bavulumu aldı ve yerleştirdi otobüsün bagajına. Otobüsün
kalkmasına on dakika vardı. “Son kez” dedim “son kez bakayım şehrime. Ve
sevdiğime bir şiir daha okuyayım.” Limanın oradaki kaldırımın kenarında, adeta
yere çakılmışçasına kalakaldım. Dalgalarda eriyip gittim sanki. Ayrılık vakti
gelmişti. Seviyordum bu şehri. Ama karar verilmişti artık. Bu andan sonra
söylenecek tek bir söz kalmıştı geriye: “Hoşça kal!”.
İçim
kanıyordu, ölüyordum. Ama geri dönmek olmazdı, çünkü... Otobüsün camından
çaresizce izliyordum tükenişimi. Benim gibi güneş de batıyordu hiç bilmediği
tepelerin ardına.
“Sevilirken
ayrılmak mı kaldı İstanbul’dan?” Evet, böyle yazıyordu şiir kitabında. Ve terk
ediliyordu İstanbul. Kim ne derse desin yalnız kalıyordu. İkimizin kaderi de
buydu. Kalabalığın içinde yalnızdık. Kimse duymuyordu bizi. Şimdi nereye peki? Yol
nereye götürürse. Oysa böyle kaçılmazdı mısralardan, kaçılamazdı. İşte bu
yüzden nefret ediyordum şiir yazmaktan. Gel gör ki engel olamıyordum kendime...
Bir satır daha yazmak istiyordu bu ellerim. Sıkıyorsa tut kendini. Tut ki gör
nasıl ağlıyor bu gözler. Biliyordum sadece etlerim gidiyordu buralardan. Şiirlerim,
günlüklerim, bütün benliğim, hepsi burada kalıyordu. Ölümün adı bile ölüm
olmazdı artık.
Bursa