BÖLÜM I
İsyan ve Erotizma - yalanın tarihi-
I.
hayat bir hissetme duyusudur
seni hissetmektir, sevmektir...
sana ait olma dürtüsüdür çoğu zaman.
ve bazen sadakat...
aldatılmış gecelerin yersiz hüznü
ama varoluş gerçeği...
çaresiz yalvarışlar, göz yaşları
anlamsız serzenişler...
bir bebek masumiyetinde ki
bu gece bu ışık bu gökyüzü,
sensizlik dolu bedenim,
gözlerine dokunmak isteyen ellerim...
aşk bir kaostur.
anlamsız çoğu kez
ama yersiz mi ki,
sevdalar ateş yakmış
paylaşırken kendilerini
sevgililerinin vücudunda...
II. Sanat
Bir sanattı… Sana dokunuşum; güneş ışığının altında uzanırken sen, bedenini sarışım, bütün kıvrımlarını öpüşüm, içimde, mısra tadında bir sevda büyütüşüm. Bu bir sanattı. Erotizm ve aşk! İki insanın birlikte icra edebilecekleri en büyük sanat! Ya önünde diz çöküp yalvaracaktım ya da karanlığa kaçıp ağlayacaktım.
İçimde bir yıkım vardı ve kin! Hiçbir şey olmazdı. Evren imkânsızdı. Çiçek bahçelerini yabani otlar sarıyordu. Savaş… Savaş… Her yer nefes, acı… Tarifi imkânsız aldanışlar ve bir kadın! Her şeye sebep… Ölüm bir nefes ötede; yaşamaksa çok kolay…
Varoşların serseri sokaklarında, karanlığında yıkılmışım. Böyle bir yok oluş sanattı; ancak sanat olabilirdi bu denli can yakan. Parlak bir bıçak darbesiyle yerle bir olurcasına kanlar içince, kıpkırmızı bir gece…
Sen nesin? Sen kimsin? Anlat bana sen nasıl ama nasıl? Orta Çağ çaresizliğim ve kilise karanlığım niye?
Boş pencerelerin anıları bunlar belki de. Ama söyle nasıl? Kendini denize çarpan martı bilincim her gece köreliyordu. Sen görmedin; sen duymadın; sen bilmedi. Belki de hissettin ve kendinden nefret ettin. Bir çocuk yalnızlığına içki katıp damardan çektim acıları. Uçtum. Aklımda türlü senaryolar, kimisi alaturka kimisi erotika.
Sana dokunmak istemeyecek bir kişi bile tanımıyorum. Kimse! Engel olunamaz bir arzu… Asla olmaz! Bir talan, gecelik ilişkilerle unutulmaz.
Sokakların sefil şairiydim. Kendine göre herkes öyleydi. Ego dolu hayatlar... Kimse benim gibi şiir yazamadı, yazamaz da! Duyguları kim hapseder içinde ve bir anda kusar insanların yüzüne. Bir ben yaparım. Ve Beethoven… Ve belki Sarhoş’ta…
…
Yükseldim önce. Usulca süzüldüm insanların üzerinde. Hayat güzel geldi bir an. Ama sen yoktun.
Yalnızlığıma ağladım sonra. Bir özlem başladı şiire. Bir ömür boyu mısra yazmak istedim. Anlayan yoktur beni. Çaresizliğim yakıp kavurdu içimi. An ve an yıkım! Lanet olsun! Bu ne biçim bir durumdu. Aşkın kine dönüştüğü bu an, tam anlamıyla bir soykırım.
Bunu görmedin sen, öyle bir yetin yoktu. Uyduruk hayatların peşindeydin belki. Anlamsız arzuların hayaliyle yanıp tutuşur bir halde olabilir miydin? Galiba.
Ben hayatımda kimseyi sevmedim bu kadar. İnsancıklar anlamadı bir türlü bu halimi. Düşünemediler şiir yazan insanların sorunlu kişiliklerini. Sadece saçmaladılar, ahmakça davranışlarda bulunup kendilerini küçük düşürdüler.
Nesiniz ki siz kimsiniz? Denize atmak isterdim kendimi orada, o zaman, orada nefes alırken ve sen beni görmezken. Benim sevgimi kazanmıştın. Daha başka ne istiyordun ki? Bir ömür üzerine adanmış başka bir hayattım sadece. Sana evreni sunacaktım ellerimle. Sanatçı zihnimle sarılacaktım beline. Dudaklarını kuşatacaktım. Bedenimi adayacaktım. Her şeyimi verecektim sana, bütün varlığımı. Ama orda, evet orda… Dalgalara baka kaldım. Başka ne yapabilirdim ki? Martıları izleyerek ağladım. Saçma bir düş ve bahar! Ne anlamı var söyle! Yok, işte; her yer anlamsızlık. Bu aşk, bu sen ve bu ben... Kimse ama kimse önemli değil, hiçbir zaman da olmadı. Tarih yazdı bunu iyi dinle beni! Tarih anlamsız aşkları anlattı hep. Kara sevda sanılan hırsları ve nefretleri! Yalnızlığa çare yok, olmayacak, olamayacak. Tarifini sen yap, eğer yapabilirsen…
Bir keman sesi… Acı içinde, masum bir tınıyla. Ağlayarak, sızlayarak, isyan ederek... Ama nasıl anlatabilirim, bir isyanla, asiliğin doruğunda yaşayan duygularla koşarak.
Anlayabilir misin ki bunları? Sanmıyorum ki aklın alabilsin. Duyguların yok senin; benim hissettiklerimi anlayamazsın! Beceremezsin… Deneme bu yüzden. Canın yanar…
Ve diğerlerini unuttum sanma. Serseri var oluşun içinden kopan kadavra yığınları. Ölmeniz gerek! Ya da bana görünmeyin bir daha.
Anlamsızlık, gereksizlik… Zaman da yok burada. Dolayısıyla sen de… İnsanı aşamadın henüz. İnsanüstü olmayı anlayamadın ve anlayamazsın. Ait olduğun yerdesin, yerle birsin. Yıkıntısın… Ben her şeyi hak ettim. Aklınıza gelen bütün yüceliklerin sahibiyim… İçimde bütün duyguları yaşamak için bir öz var. Ama sen bunu anlayamazsın. Hiçbir zaman…
III. Güneş Zalimleri
Sabaha karşı zihnime girip beni uyandırdın. Ansızın kapıyı çalan yabancı katiller gibi. Ani bir kurşun ve ölüm… Saçma sapansın, uydurmasın. Fason bir var oluş…
Geceler tükeniyor ve gün ışığına kavuşuyorum büyük bir aşkla. Öyle bir özlem ki bu anlatılamaz bu evrende. Edebiyat yetmez buna… Derken sen geliyorsun ukala adımlarla, kendini beğenmiş bir tebessümle. Orospu düşler gibi kiralanmış mutluluktan öteye gider mi ki anlamın? Sanmam. Ot içmiş beyinlerde yaşarsın ancak. Yanılsamalara bulaşmış gözlerin. Ama ne yalan söyleyeyim; bazen unutmak zor oluyor seni.
Bak bana! Yalan bir parıltı hep gözlerinde… Niye? Nasıl bir doğan var senin anlayamıyorum. Beni bu kadar sana çeken belki de bu karmaşan. Daha önce senin kadar yalan birini görmedim ben. Sahte oyunlar, piyesler, sokak tiyatroları… Senaryolar uydurma ve sadece o anı kurtarma ve belki de beni defetme amacında… Sana acıyorum.
Sokakları güneş ışığı altında görmedim çoğu zaman ki sebebi sendin. Anla artık! Sen bir çöküşün ilk dakikalarısın.
Ben başka zamandayım sense sıradan insanların dünyasında. Sokak kedileri bile senden daha çok özlerinde yaşıyorlar. Köleyim ama senin efendinim!
İçimi kanatan gecelerde yalvarırdım kendime “Saçmalama artık geri zekâlı mahlûkat! Salak mısın yoksa solucan mı?” Bana yaptıkların belki de istemeden ama inanmıyorum ve öyle görünmüyor zaten ki bilinçli bir cinayetti eminim.
Sadece bir kelebek kanadı mutlu edebilirdi beni. Bana bir tane kelebek sunabilirdin. Ama sen sanatımla dalga geçtin. Ölmelisin.
…
Tarih aralanıyor işte. Özlem ve tutku! Alabildiğine nefretle harmanlanmış bu uzaklık gerçek.
Oturmuş bir başıma şiir yazmıştım o bankın üzerinde. Bir keresinde ağlamıştım. Gözlerim kıpkırmızı olmuştu. Şiir yazmıştım. Herkes okumuştu ve bazen bana eşlik etmişlerdi ağlarken. Yalnız bıraktın beni; çaresizliğimle bir başıma bıraktın. Zehirlenmiş bir fare gibiydim ve sen daha çok zehir kattın nefesime. Ey gidi sonbahar! Nasıl da severim bu mevsimi. Ama pek de hoş şeyler anlatmıyor günlüklerimde bu mevsimin tarihinin buruşuk birkaç sayfası, belki de hepsi. Güncem seninle başlamıştı. Aynen şu an içinde olduğum gibi karanlık bir odada atmıştım sana doğru ilk adımımı. Ama o geceden önce güneş vardı. Ey gidi sonbahar! Ve zavallı Ekim… Tam ortasında vuruldum. Zavallı Ekim. Kim bilir ne kadar suçlu hissediyordur kendini, bu yıkılışımın zaman ortağı olduğu için.
Doğalı ne kadar olmuştu bu cümleler? Çok değildi aslında. Ayrılığın ilkyazında, bana son bakışın, kapının ağzında, dönüp gülümseyişin koşar adım… Geçmek bilmeyen zaman neydi. Anlatamam nasıl uzun, nasıl korku dolu; ama sevinçli ve umutlu aynı zamanda. Toprağa yağmur düşerdi bazen ve sen kokardı etraf. Yaz esintileri… Sonbaharın kollarına uzanırdım usulca, bütün kalbimle isteyerek. Sarhoş sahiller elveda! Ben gidiyorum.
Derbeder bir şehre döndüm ve… Odun sobası sıcaklığıyla sarılmış bir sevi. Ağaçların arasından süzüldün ve tepeye doğru yükseldin. Derken merdivenler çıktı karşına. Yavaş yavaş, dans eder gibi çıktın basamaklardan. Sonra birkaç basamak daha… Sabah olunca kanatlanıp gelirdin yanıma.
Yine kendi boşluğumla kaldığımda (ki her gece yaşardım bunu, istisnasız her gece) ayaklanırdım, isyan ederdim. “Yazmak, palavra bir yaşamdır” derdim bazen. Böyle düşünmekten kendimi alamıyordum çoğu zaman; aksini gösterecek ne varsa siliniyordu çaresizliğimde ve gerçek olmayan hayaller zincirinin her halkasında.
O şehir seninle bir başkaydı. Yoksa nefret ediyordum her caddesinden. Kaldırım taşlarını söküp atasım geliyordu. Bir cevizle oynuyordun, gülümsüyordum. Birkaç dostum vardı; onlarla paylaşıyordum senin için yazdığım şiirlerimi. Ve bir süre sonra sen de okudun onları, belki ürkek belki heyecanlı…
Hayatımın en kötü sonbaharıydı. Ve en berbat Kasım ‘ı, Ankara’da yaşadım. Otobüsün camından dışarıyı izlerken havaya sıçradım birden “kar mı bu?” diyerek. Hiç beklemediğim kişiden bir cevap “değil galiba.” ve gülümseme. Yerime oturdum ve dışarıyı izlemeye devam ettim…
Sanki yeni bir zaman açılıyordu bedenime. Yeni bir şans… Aklımı yitirmediğim ve duyguların esiri olmadığım. Sadece müzik ve şiir… Daha ne isteyebilirdim ki?
Her şeyimin sen olmasını ne kadar çok istemiştim. Unutmaya çalıştığım ama var olan, bana inat yaşayan gerçek buydu. Bedenimden bir esinti sunmak istedim. Bulutları getirecektim yatağına usulca. Beyazlar üzerinde sevişecektik geceler boyu. Bir heykel tıraş edasıyla şekillendirecektim vücudunu. Dudaklarında kandamlası mısralar yazacaktım, ağlayacaktın.
Bir kere bile öpemedim ellerini…
IV.
saptırma hayaller peşinde
nelerimi vermedim hayata
neler kaybettim kim bilir...
şiirimdeki solgun yüz
sonbaharın ölü yapraklarında
her yıl sergilenir
sevgilinin gözlerine.
peki o anlar mı
ezip geçtiği her yaprak
ona adanmış bir mısradır
ve ağlarlar Kasım ayının sarı hüznünde.
kar kıvamında ilişkiler...
seni aratır
kaçamak sevişmeler;
gözlerini inkâr edercesine...
V. Bir Ölünün Göremedikleri
Zaman geçti. Her anını hissettim. Her saniye zihnime bir çizik attı, canımı yaktı, ağlattı. Bazen nefret verdi bazen bağışlama içgüdüsü. İnsandım ben, insan. Ve sen neydin?
Bir cinayetti olan ne varsa. Başka türlü açıklanamazdı; kasıtlı olarak bir insan öldürülmüştü göz göre göre, herkesin içinde. Ah, nasıl gelmişti o kurşun bedenime! Bir bakış ile kuşattın beni ve kelimeler kullandın metal yerine. Ve yetmedi, gülümsedin. İşini çok seven bir katil gibiydin. Senin de yaraların vardı ve onları inkâr edercesine deştin göğsümü; kan aktı. Çocukluk muydu bu hayat neydi? Hamurdan sevgililer mi yapıyorduk da en ufak dokunuşla yok oluyordu hayaller? Eğer öyleyse ben seni inşa ederken şarap kullandım su yerine. Seninle bir kadeh içmek isterdim. Herhangi bir zamanda küçük bir fırsat kırıntısı beklerdim. Kendim yaratamaz mıydım? Hayır! Ama belki de evet. Ve belki de istemedim…
Kimse bilmezdi neler söylediğimi güneş terk edip giderken insanoğlunun bu yöresinde kendini kandıran zavallıları. Lanet! Kaç tane şiir yazdım. Kendimi unuttum, hiç oldum. Ve öldüm. Gömmeye kıyamadılar belki de, ayaküstü çürümeye yüz tuttum. Göğüs kafesimdeki böcekleri gördün mü hiç? Nasıl da kemiriyorlardı etlerimi. Ama hayat onlarla gerçekti. Tek gerçek buydu. Yaşam sadece küçük protein parçalarıydı beyne hapis olmuş; ölüm sonsuzdu, geçerli tek yasaydı.
Zamanla garip geldi bazı şeyler. İnsanları hissediyordum çevremde. Yürüyüşler yapıyorduk, konuşuyorduk. Banklarda oturup aşk şarkıları söylüyorduk; her şarkı bir cenaze… Ne olursa olsun onlar vardı ama sen yoktun. Tuhaftı. O saçmalık dolu dört duvarın arasındaydık ama sen nerelerdeydin? Ne ses ne koku! Yoktun. Çatılara çıkıp aradım. Oyun oynayan çocuklara sordum ve bazen onlarla bilye oynadım. Dağlara dolaştım, ovaları aştım. Yoktun. “Nerdesin?” diye haykırdım, sen yoktu. Çıldırmak üzereydim. Ellerim titriyordu. Gözlerim istemsiz davranışlar gösteriyordu. Zihnim yoruldu ve bozulmaya başladı hücrelerim. Ne kitaplarda aradım seni bir bilsen! O uzun yokuşu yürürken kaç şiir ezberledim. Tepeden izledim şehri.
Zamanı hissettim. Her saniye zihnime çizik atarak ve ölesiye canımı yakarak kaçıp gitti. Düşündüm. Ve neyi anladım biliyor musun? Ölen aslında sendi. Bunun başka açıklaması yoktu. Ölü olman gerekirdi ki seni hissetmeme durumum Varolsun.
Kendime gerekçeler arıyor olabilir miydim? Belki de… Bağışlayıcı içgüdüm seni aklamak için mazeretler yaratma çabasında olamaz mıydı? Bu umursamazlığın, beni görmezden gelişin ve her görüşünde gülüp geçmelerin. Bunları affetmek istiyor olamaz mıydım? İnsan olan özüme dönme refleksim miydi yoksa gerçekten de sana aşık mıydım her şeye rağmen?
Bir ölüydün galiba. Hayali mezarına gece doğunca göremediklerinin özeti de ancak bu olabilirdi.
BÖLÜM II
Yalnız Ama Tutkulu -beyaz yanılsamaları-
I.Mektup
I.Mektup
Yaşanan hayali bir sabah… Bir telefon sesine doğdu umutlarım. O aramıştı. Sesi o an içime işledi bir kez daha. Yüzünü hayal ettim. Konuşurken gülümsüyordu sesi; gülümseyen gözlerini düşledim. Hayat dokundu bedenime; ağladım…
Dayanamadım ve nefes koşarak gittim nefes aldığı şehre… Kız kulesinin yanında geçerken daha bir aşık oldum her şeye. O nasıl bir yapıdır ki zihnime sevda sözcükleri mırıldandı martılar ansızın. İstanbul ‘la sevişmek istedim o an. Bir gelin gibi süslemişti şehri şairler; her taraf beyaz beyaz mısra doluydu… Bir Vivaldi çalmalıydı gökyüzünde. İnsanlar benim hissettiklerimi hissetmeliydi. Bana acımamalılardı, hayır; ben olmalılardı.
Soğuk Üsküdar bekleyişleri… Zaman geçti ve gece oldu. Beyaza aldanmıştım, aptaldım. Nasıl kızdım kendime. “Şarkı söylemek senin neyine serseri köpek!” diye kızdım kendime “Defol git!”.Ölmem gerekliydi. Yazma içgüdüm ayaklandı. Bir kafeye gittim. Saatlerce oturdum ve yazdım. Ölesiye yazdım. Anlatamam nasıldı halim. Yazıyordum ve ağlıyordum. Sıcak çikolatama karışıyordu gözyaşlarım. Her zamanki gibi yine sordum kendime :“Niye?”
Eminim anlıyorsun beni. Zaten anlamayacağını düşünseydim yazmazdım bunları sana. İyi ki varsın dostum…
II. Günlük
I. Sevgili defter sayfası, sana bunları yazarken içimdeki salt yalnızlığı anladığını düşünüyorum. Şöyle bir kaşı saçlarını ve gör: neden hep sana geliyorum bir şeylere cevap ararken ya da kendi benliğimi yalanlarken?
Dışarısı soğuk. Fikrime bakteriler saldırıyor. Yakındır yok oluşum. Aslını sorarsan pek de yakınıyor değilim. “Erdem” denilen şeyi arıyorum. Yalnızlığımda kendimi sınıyorum. Ve sen de bana en büyük desteği veriyorsun.
Seni böyle farklı kılan nedir? İlk görüşte sadece bir kâğıt parçasıdır özün. Hatta bir fidanla başlar var olma sürecin. Şimdi (görünüşte) dert ortağımsın; daha çok ağlama duvarım. Kanımca, ulaşabileceğin en büyük bilgeliğe ulaştın. Baksana! Hayatını beni anlamakla ve bana anlatmakla geçiriyorsun. Ve biliyorsun ki bu işin sonunda buruşturulup çöpe atılmak gibi bir yok oluş da var. Bu sabır senin basiretindir diyebilirim.
II. Seni bıçaklamak istiyorum. Ama anestezi olmayacak bu. Bıçağı sapladığım yerden yavaşça derini yüzeceğim önce. Bedeninden sızan kanları şarap şişelerine dolduracağım. Çaresizce titreyen kırmızı etlerini lime lime edeceğim. Yumurta akı kıvamında yere yığılacaksın. Benliğine bulanmış bıçağımı terli atletime silerek temizleyeceğim. Asit kıvamındaki terimle parlayacak bıçağım. İşte bu parlak kesicilikle kafatasını açıp fikrine gireceğim. Beynini oluşturan her parça sinir hücresini teker teker sökeceğim yerinden. Beyincik, omurilik, peşi sıra gelecek. Gözlerini tırbişonla sökeceğim saklandığı mağaralardan. Bıçağımın sert ve acımasız sapıyla dişlerini kıracağım. Taneleri akvaryumuma süs olmaları için saklayacağım.
Soluk borun görünecek bir süre sonra. İşte o zaman daha bir acımasız olacağım. Sanatçı dokunuşları atacağım bir kenara; aç köpekler gibi saldıracağım göğsüne. Ama bu halde bile, bir şaire yaraşır bir amaç güdeceğim: kalbini, gaddarca kıstırıldığı kafesten kurtaracağım. Sana söz veriyorum incitmeyeceğim onu. Yıllardır özlemini duyduğu özgürlüğü vereceğim ona.
Bir kadavra olsan bile hissedeceksin beni. Çığlıklara bulanacaksın emin ol! “Ağlama” dürtüsü sızlatacak kemiklerini. Ama sadece bununla kalacaksın; bu acı hep sürecek. Çünkü ne ağlamak için gözlerin olacak ne de acıyı elektrik olarak toprağa kusacak sinir hücrelerin… Damarlarını unuttum sanma! Onları yağmurlu günlerde odamın içinde çamaşır asmak için kullanacağım. Sevin! Bir işe yarayacak, çürümeye yüz tutacak bedenin ( daha doğrusu kadavra artıkların).
Kanını sek içme şerefine erişeceğim. Bedenime hayat verir senin kızılın. Kanından bir kadeh, onlarca mahzen şarap eder nezlimde.
III. Ayağa kalk. Silkele kendini; üzerindeki önyargılar yere dökülsün. Rahat bir şeyler giy ve dışarı çık. Yanına biraz da umut almayı unutma. Tembelliğin ayaklanınca içinde, umut etmek isteyeceksin.
Sokaklar kalabalık, değil mi? Korkma. İçi boş bir kalabalık bu… Çoğunun varlığı gereksizdir. “Bir işe yarıyorum” portresi çizme çabasıdır bu.
İnsanların yüzlerine bak. Gözlerindeki acı seni de kuşatabilir. Sonuçta sen de bu toplumun bir parçasısın. Senin yalnızlığın bu toplumun unutmak istediği ve her zaman gizlemeye çalıştığı derin yaraların yansımasıdır; bunu gör! Bir sayfa dolusu fikir üreteceksin (ki daha yüz metre yürümemiş olacaksın).
Defter sayfası seni gerçekten yok etmek gerekiyor. Böylece sokaktaki insanı görmemiş olursun. Eğer gerçekten istiyorsan, karşında duruyor cehennemin kapısı; aç kapıyı, dışarısı senin olsun.
Sana verdiğim iç yalnızlığının huzurunu sevmeyebilirsin. Sonuçta bilginin sonu sıkıcılıktır…
Sen benim gizli sevgilimsin. Yerli yersiz orospu hayaller kuruyorsun. Hoşuma gidiyor bu halin… Orospu olmayı bir hakaret sayma! Satın alınmışlık bunalımıyla doğal öpüşmek kolay değildir.
Seni her istediğimde benim olabilir misin? Vücudunu yere çivilemişken ve sen acının doruklarındayken benimle sevişebilir misin? Karşılığında sana sonsuz özgürlüğü verebilirim. Daha ne istiyorsun ki!
IV. Aslını ara! Bulacaksın…
Görmeyi öğreneceksin önce. Bunun farkındasındır umarım. Topacını kaybetmiş çocuk bilinciyle kendi kuyruğunu kovalarsın ancak.
Okumayı seviyorsun biliyorum. Oku, daha çok oku. Aslını bulacağımdan kuşkum yok. Senin var oluşun buna meyilli. Özünü arayışın atar kalbin yerine. Ama arayışın bitene kadar efendin benim! Bunu sakın unutma!
Tabiatını ben yarattım! Kök salmana ben yardımcı oldum. Ama başlangıcını bende bulamazsın.
Aramaya devam ederken şu sözlerimi asla unutma: Ahlaki baskılar içinde köşeye kıstırılmış, her an gözetim altında, hareketleri önceden belirtilmiş bir kişiliksin. Toplumun değer yargıları, üzeri örtülmesi gereken bir lağım çukuru olarak görüyor seni. Oysa (onlar açısından) yaptığın en kötü şey kendini olduğun gibi kabul ettirmekti.
V. Anılarım küf kokuyor artık. Her tadışımda beni zehirleme girişiminde bulunuyorlar. Mazoşist zevkleri var hepsinin. Paranoyanın hükmü altında köpek olmuşlar. Baksana, ne hale soktular beni! Yaşarken kadavraya dönmek bu olsa gerek.
Aklımı kaçırmama izin verme! Bütün benliğimi sana veriyorum. Ne diliyorsan yapabilirsin. Yeter ki siyahın yalnızlığından kurtar; yoksa kendi etimi yemeye başlayacağım.
Geleceğimi sana sunuyorum. Kalemim senin. Olmayan tanrının uydurma melekleri sen ne dersen onu yazacaklar kader niyetine.
Giriş, gelişme, sonuç olsun diye yazmıyorum bunları. Yorgunluğumu gör. Sana neden kapıldığımı anla!
VI. Karanlığın değerini anladıklarında herkes için çok geç olacak.
VII. tükenmekten acizim
fikrin kölesi misali…
içimde birileri
her gece çığlıklar içinde
her yer kan ve kin
ölümse bir çiçek gibi!
mezarlar ana rahmi
yeni tohumlar veriyorlar
olmayışın esaretine.
bir şiir daha yazılıyor karanlıklarda
şairin yalnızlığı üzerine…
VIII. Bana yaklaşık olarak bir ömür uzaktasın…
Aslını sorarsan bu duruma somut karşılıklar bulamıyorum; bulmayı da pek istemiyorum. Canımı yakar biliyorum. Senden uzakta kalmak en iyisi belki de. Sanırım hep bu küçük notlarda dokunabileceğim sana.
Son zamanlarda kendimi kandırma tiryakisi oldum. Olmayan her şeyi varmış gibi yaşıyorum. Gerçekler er geç çıkıyorlar önüme; yüzleşemiyorum. Kaçıyorum kuytu bir köşeye… Etrafta fareler oluyor. Ayrıca hep serin bir esinti. Korkuyorum defter sayfası, çok ama çok korkuyorum.
IX. Hayatımı seninle paylaşmaya katlanamayacağımı bile neden seni istiyorum? Anlat bana nesin sen?
Deccal mısın yoksa? Biliyorum, sonum geldi artık. İç kıyametim kopacak. Ne kadar aptalım! Her şey ortadaydı ve ben görmedim. Eriyorum yavaş. Gözlerim yanıyor… Ama savaşacağım seninle. Yenemeyeceksin beni, ölmeyeceğim. Paramparça olsa da bedenim, fikrim yaşayacak. Beni yok edemezsin. Tanrı olsan nafile; direnirim.
Duyun beni! İnsanlar, hayvanlar, madde! Anlayın şunu: Beni alamayacaksınız, yıkamayacaksınız. Kılıcımı alırım elime, önüme çıkan bütün engelleri hiç acımadan doğrarım.
Hâlâ anlamıyorsunuz! Var olan her şey korkar benden. Siz de korkuyorsunuz, ama bu gerçekten kaçıyorsunuz. Ha ha! Kendini kandıran tek varlık ben değilmişim. O kadar sevindim ki hepinizi öldürebilirim. İçimdeki karanlıktan ancak böyle temizlenebilirim.
X. Gözlerimi açtım. Yatağımdan yavaşça kalktım, pencereye doğru yürüdüm. Dışarısı aydınlıktı. Saatime baktım; henüz sabahın beşiydi. Tekrar uzandım yatağıma, tavanı izledim uzun uzun. İstemesem de bir şeyler düşünüyordum…
Çaresizliğime acı. Hor görme ellerimi. Yazdıklarım beni anlatır aslında. Masum değilim artık, bunu anla, hisset! Boş durma, çareler üret boşluğuma. Cümleler kur mesela; öyle ki yeni şiirler yazabileyim yeşil üzerine.
Mısra yanlıları önceden de yalnız mıydı? Gece yanlısı olmak, mum ışığına tutkuyla bağlanmak… Beni anlamak zor, biliyorum. Bu yüzden bazı yanlarım “kabullenmişlik” tutmaya başladı.
sonsuzluğun kapıları açıldı artık
bu yüzdendir şair
kepenklerini indiriyor kaleminin üzerine.
siz de yavaştan kalkın artık,
neredeyse sabah oldu, haberiniz yok mu?
Yeşilin tonlarıyla başlayan yazın serüvenim en zor günlerini yaşıyor zifiri karanlıklar durağında. Olur ya kurtulurum bu esaretten… Bilmiyorum. Ne yapabilirim, bilmiyorum…
XI. Ne düşündüğümü, şu an ne hissettiğimi (tam olarak) asla anlatamam; bunu hiçbir şair yapamaz.
İlk yazdığım mısranın üzerinden bir ömür geçti. Öyle ki o vakitler neler yazdığımı, hatta neler hissettiğimi hatırlayamıyorum. Defter sayfası! Geçmişim siliniyor mu evrenden? Beni bu halde şair kılan her şey anlamını yitiriyor mu yoksa? Sakın ha evet deme! Yüreğim bunu kaldırabilecek olgunluğa erişemedi henüz.
Hep ben yazıyorum. Hep ben okuyorum. Şunu da söylemeliyim: ufka bakarak şiir okumak bazen güzel olabiliyor. Ama acıtıyor aynı zamanda. Ve bu şair olma fikri, lağım farelerinden daha ustaca ve acımasızca kemiriyor içimi. Bu sefer, elini tutup “benim için bir mısra yazar mısın” desem, yapar mısın?
XII. Kendin olmak istediğinde, çoğu zaman, şüphe duyarsın yaptıklarından. Böyle yapma! Sen her şeysin, unuttun mu?
İçindeki sızıyı hissedebiliyorum. Her gece kan ağlıyor mısraların. Yalnızsın; seni duyacak kimse yok benim dışımda. Dokunmaya korkuyorsun. Neye baksan canını yakacak sanıyorsun… Eğer hayatını zehir ediyorsa bu paranoya, yık her şeyi. Sonra çık bir dağın zirvesine, çığlıklar at gökyüzüne. Bağırmaktan yorgun düşünce otur ve şiir yaz (bir başına).Vakit sabaha karşı olunca, oku yazdıklarını. Hayatın ne kadar boş olduğunu göreceksin.
Keşke hiç doğmasaydım. Seni tanımazdım o zaman. Ve ömrümü seninle geçirmek zorunda kalmazdım… Aslında pek yakınıyor değilim bu durumdan. Sadece acı veriyor. Böyle olsun istemiyorum.
XIII. Sadist fikirlerin var gözlerinde. Her gece ayaklanıyorlar, ayartıyorlar seni, kanına giriyorlar.
Bu halde bile şiire ihtiyaç duyuyorsun niye? Senin gibi bir kan emici ne bulabilir ki şiirde? Cesetler mısradan anlamaz; dolayısıyla zihinde. Bir yanılsama seninki. İçindeki kin; aşk değil. İntikam ateşiyle kavruluyorsun, planlar yapıyorsun. Birilerinin canını yakmak istiyorsun ve buna kaza süsü vermek niyetindesin. Yap, devam et! Sonunda yine senin gözlerin ıslanacak. Ve bu hoşuna gidecek.
Defter sayfası! Bir şişe viski içip sızmak varken niye böyle ahmaklıklar yapıyorsun? Hayatımda “tek” olgusuna sahip sayılı varlıklardan birisin. Ama bu seni hiçbir şekilde aklamaz.
Böyle davranmaya devam edeceğine sigaraya başla. Hatta alkolik bile olabilirsin. Belki, kazara da olsa, içki masanda ağrı kesici alırsın bedenine meze olarak.
Seninki intiharın çekim alanında sürüklenmekten başka bir şey değil aslında. Düşünceni yitirme içgüdün yok ediyor seni. Engel ol kendine, savaş! Bırak mısra yanlısı olmayı. Yazmak benim işim; bunu aklından sakın çıkarma.
XIV. Tekrar çocukluğuna dönmek istiyor muşsun? Yine bir fidan olmak, toprağa kök salmak niyetindeymişsin? Uzak dur o günlerden. Böylesi daha iyi…
Bırak bu fikirleri! Seni uzaklaştırır insanlardan. Bu, öyle gurur duyulacak, sevinilecek bir durum olmaz. Yalnızlık seni güçlendirir (ya da sen öyle olduğunu sanırsın).Bireysel hareketler önem kazanır bu yüzden. Varlığının toplumda değer kazandığını unutursun. Bu durumda, yaşadıklarının bir anlamı kalmaz.
Kişinin en az bir konuda tek dostu yalnızlığıdır; bunu kabul ediyorum. Ama bu, toplumdan uzak bir yalnızlık olmaz. Sen bunu henüz anlayamadın. Zihnin karmaşa içinde. Bu karmaşayı bastırmak için, kişinin saklamaya çalıştığı bazı yanları aşırı uç olmaya başlar. Bunun sendeki yansımasını açıklamak zor. Ama şunu da söylemek mümkün; dünyaya gözü kapalı meydan okumaktır seninki: Ahlaki tabulara, kutsallığa, metafizik olan her şeye karşı verilen bir savaşa başlangıç…
Bu noktada, senin var olan iki hayatın olduğu ortaya çıkıyor. Birincisi, dış dünyanın semi tanıdığı, anlamaya çalıştığı, olduğunu sandığı hayatın. İkincisi ise benim yarattığım, bir nevi bilinç-ötesi hayatın. Diğerleri benim yarattığım dünyayı görünce afallarlar, ne yapacaklarını bilemezler.
Bir daha elde edemeyeceğin bir konumdasın. Ve sen bundan vazgeçip bir odun parçası olmak istiyorsun. Seni anlamak mümkün değil. Görmüyor musun, insanlar senden çok şey öğreniyor. Sana ihtiyacı var hepsinin.
Yine dinlemezsen beni, şunu aklından çıkarma. Geri dönüşü olmayan bir var oluşsun! Kâğıt parçaları ( kusura bakma, amacım seni aşağılamak değil) fidan olamıyorlar hiçbir zaman. O yetileri çalınmıştır.
XV. Yaşlı bir bedene sıkışmış hayaller bütünü… Biraz önce önümden geçen ihtiyar bir adamın üzerimdeki etkisi bu oldu. Biraz da sarhoşluk ekle (hani, alkol aldık biraz) , sonucu gerçeklik oluyor. Çünkü sarhoş beyin ego zincirlerini kırmış durumda oluyor ve bütün olgulara, kavramlara objektif yaklaşıyor. Bu da beni aşılmaz düşün tecrübelerine taşıyor. Bir düşün (tabi becerebilirsen)!Bir ömür sığmış durumda, sadece yetmiş yıl ağırlığındaki bir et yığınına. Ve acılar… Ve yalnızlıklar… Ve çaresiz kalabalıklar…
Sanki kendimi anlatıyorum defter sayfası. Bu, beni daha çok üzüyor. Birileri bunu anlamıyor; ben de o ihtiyar adam gibi bir tükeniş oluyorum. Çaresizce, yok oluşa kendini koyuvermiş bir et yığını… Aslında hepimiz böyleyiz. Hayatın anlamını ararken Himalayalar’ın eteklerinde, gerçeği gördük ve yıkıldık. Bize anlatılan her şey yalandı ve biz de kendi yolumuzu çizmemiştik henüz. Oturup ağlamıştık bir başımıza; başka bir şey de yapamazdık zaten.
BÖLÜM III
Kin - aşk sezisi-
I.Diyalog
…kapı kapalıydı…
açmaya çalışmadım.
korktum…
gözü kara bir gerginlik,
yalnızlık…
+ “sigara içer misin?”
- “evet.”
+ “al o zaman!”
- “… (kanlar içinde yere yığılır)”
+ “içine çekme demiştim.”
- “(kısık ve travesti sesinin en berbat haliyle) lanet olsun!yardım et!...”
+ “üzgünüm. katılmam gereken bir intihar töreni var.”
- “orospu çocuğu…”
+ “kapa çeneni sürtük!(suratına kalın bir sopayla vurur)”
- “…”
+ “gözünde sigara söndürdün mü hiç?”
- “piç kurusu, aklından bile geçirme!”
+ “bekle.”
- …
+ “(bacağından tutup sürükler) gel bakalım…”
- “aklını mı kaçırdın! ne olsu sana!”
+ “beş dakika susar mısın? ağız tadıyla adam öldürüyoruz şurada.”
- “ne dedin sen?”
+ “güle güle…(kafasını İngiliz anahtarıyla, yumurta kıvamına gelene kadar ezer.)”
+ “lanet! üzerime kan sıçradı… bu ne lan? beyin dedikleri bu mu? hahaha!”
--o sırada yakınlardan geçen biri--
# “ne oluyor lan burada?”
+ “kaybol…”
# “ne demek lan kaybol?”
+ “kan içinde boğacağım seni…(bıçağını çıkartır ve boğazına saplar)…kaybol dedim…”
--bir an başı döner. kendi yüzünü tokatlar birkaç kere.--
+ “bu ne lan? ne olmuş burada?”
-- iki saat sonra arkadaşıyla bir kaldırımın kenarında otururlar--
× “gitmemiz lazım.”
+ “dur bir dakika.”
× “ne oldu ki?”
+ “bileğimden akan kan geceye bulaştı. onu silmeye çalışıyorum.”
× “boş ver. onu halledecek biri çıkar.”
+ “var zaten. şahsen tanıyorum.”
× “ara o zaman.”
+ “olmaz.”
× “niye?”
+ “yaşayamayacak kadar donuk şu an.”
× “hayat zaten bir saniyelik sıkışmadır.”
+ “olabilir. ama ölüm süreklidir.”
× “…akan kan gibi.”
+ “aynen öyle.”
× “peki, niye böylesin sen?”
+ “bunu sen mi soruyorsun? o zaman ben hep yalnızmışım!”
× “herkes yanılabilir ama sen değil”.
+ “özellikle ben yanılabilirim. yıkımlar çıkınca insanlığın karşısına en önce ben mahvolurum.”
× “zihnindeki karmaşa fazla benim için. ben gidiyorum.”
yaşamsal kaosun başlangıcı…
çığlıklar…
korkular…
karanlık…
ve küçük bir çocuk…
üç tekerlekli bisikletinde, elinde sigara, sırtında bıçak, dudaklarında çığlık, gözünde kan…
II. Depresif Geceler
Sarhoştum ve yalnızdım. Sen de yalnızdın eminim. O gece sen de yalnız olmalıydın. Ölesiye bir kin! Sana karşı beslediğim bu kara sevda artık bir ölümün anası! Sadece sana karşı değildi; benliğime de saldırıyor. Kiralık bir katil gibiydi. Odama kapanırdım her gece. Müzik açardım ve koltuğuma otururdum. Başımı iki elimin arasına koyup saatlerce seni düşünürdüm. Umutlarımın çöküşünü izledim kaç gece. Yılmak bilmiyordu zihnim. Öldürüyordu beni. Acı! Çok derinden. Nasıl bir acıydı anlatamam. Yutkunamazdım çoğu zaman… Ve o gece… O kadar çok ağladım ki o gece… Sana anlatamazdım çünkü korkardın. İçimdeki ateş seni de yakardı, sen de ağlardın.
Günlüğümü okudum bir ara. Neler yazmışım lanet olsun!(Birkaç gündür O’nu düşünüyorum. Ama sadece düşünmüyorum; korkularımı yazıyorum, ümitsizliklerimi, şiirlerimi… Garip bir dokunma isteği var içimde. Öyle ki şu an yanımda olsa onu öpebilirim bile. Sanma ki sadece fiziksel bir yapıtaşı olur bu öpücüğün; felsefe taşır özünde… /…Biliyor… Söylenecek tek şey var: ŞİİR ÖZGÜR ARTIK…/…Onu kaybediyorum sanki. Birileri bana yardım edebilir mi?/…Son çırpınışlar… Son mısralar… Son gözyaşları… Yanına gideceğim ve O’na dokunacağım. Eski günlerimi geri isteyeceğim ondan. Umarım kaybetmemiştir… Hayal kırıklıkları üzerine birçok hayat kurulu… Ama şair olan niye benim? Hava soğuk biraz… Üşütme olasılığım yüksek. Bir yandan da şu ciğerimle uğraşıyorum. Var, bir şeyler var ciğerimde, yanlış olan bir şeyler yaşıyor, ama bulamıyorlar…).Aptal mıydım ki? Kendi canımı yakıyordum, çünkü onun canını yakmak istiyordum. Bu olasıydı. Ancak bu içgüdü sebep olabilirdi kendi canımı yakma alışkanlığıma. Ve yine ona merhamet ediyordum ve kendimi harcıyordum… Evet, aptaldım; yani âşıktım.
O lanet binadan çıktığım her gün, bir kaldırımın peşine takılıp giderdim (soğuk koridorlardan özgür sokaklara).Ertelerdim hayatımı başka yüzyıllara, kaldırım nereye ben oraya… Ama sonunda hep yalnız yatağıma… Gecelerimi sağa sola çarparak, ara sıra takılıp düşerek atlattım; bunu yaşaman lazımdı, çok zordu nefes almak.
Bir daha kim şiir yazacaktı sana benim yazdığım gibi… Belki de umutsuzluk içinde düşünmüştüm bunu; kendimi kandırmak için. Ama kimse bu denli duygulu ve arzulu bir sevda büyütemezdi sana karşı. Kiminle öpüşürsen öpüş, bedenini kiminle paylaşırsan paylaş, kimse sana benim içimden kopan “erotizm sanatını” sunamazdı. Bu kadar anlamlısını da bulamazdın. Her dokunuş ağlamaya sebep… Vücutlar ıslak, gözler yaşlı, duygular dörtnala ve biz birbirimizin... Daha ne isteyebilirdim. Başka her şey anlamsızdı…
Ama o bahçede yere yazdığım şiir çok güzeldi be…
III.
bir fırtına bir yıkım
dağılmış toprakların kokusu
uçuşan cesetlerle bir gökkuşağı
sevgili dokununca istemsizce kalbime...
nerdesin ,seni bulmalıyım...
çaresizlik bu
özgürlüğe kaçışın ilk sancıları
ki sen ne anlarsın yazdıklarımdan...
söyle bana!
sayfalarca anlattım kendimi
ne istedin yada istemedin..
ben sana hayatın kendisini sundum
ama lanetlenmiş bir anarşi ile
kendi özümle bıraktın beni niye?
kan ağlayan dizginlenemeyen keder!
sen hiç gördün mü beni ağlarken söyle?
çaresiz bir insanı nefret okurken izledin mi?
yavaşça başlıyor her neyse bu...
yüzleşemiyorum...
yapamıyorum olmuyor be anlasana!
oyun oynarken kaldırımlara düşmüş
o zavallı ceviz kabuğuyla
gördün mü beni
gülümseyerek seni izlerken...
başka bir gün
umutların asılması için darağacına...
ilk hareket senden gelecek
bu hep böyle oldu...
ama gözlerine bakamıyordum ki
sana kendimi sunabileyim
15’in zavallı sessizliğinde...
neler oluyor burada?
hayat bu sen misin?
yaşamak için çabaladığım
bu nefes almak için çırpındığım...
yok olmalıydım...
paramparça saçılmalıydım...
ağlamalıydın...
acı çekmeliydin...
kan akmalıydı yaş yerine
çaresizleşmiş bakışlarından
tarihi unutamayan zavallıların ortasında...
BÖLÜM IV
Yaşam
I.Rüya
Yaşam
I.Rüya
Özümsediğim tek insandın; hâlâ öylesin. Resimlerine bakıp ağlamak güzeldi bazen. Nasıl bir duyguysa bir şekilde acı çekmek de mutlu ediyordu insanı. Kimileri “leyla olmak” diye geçiştiriyordu bu halimi ve dalga geçtikleri de oluyordu. Ama kolay mıydı ki birini kendinden çok sevmek? Baştan sona masumiyetti bu başka bir şey değil…
Şiir yazmak çoğu zaman saçma geldi çünkü şarkılar vardı. O güzel gözlerini anımsatıyorlardı bana. Hatta bir tanesi seninle o küçük yarışımızı… A evet! O yarış… Aslında öncesi daha da önemliydi. Eline diken batmıştı, bende çıkarmaya çalışmıştım. O an, o, elini tuttuğum an… İnanılmaz bir keyifti… Kısa bir süre sonra ayrılmıştın aramızdan. Ağlayabilirdim orda.
Eve gittim ve seni düşünmeye başladım. Sonra arkadaşlarla buluşmaya gittim; tabi sende benimle birlikte… Her yerde yanımdaydın; Foça ‘da günbatımını izlerken, Ankara’nın sokaklarında dolaşırken, Karadeniz’de dağlarda gezerken, vapurdan Kız Kulesi ’ne karşı bira ziftlenirken, odamda köşeden köşeye volta atarken, yanımdaydın… Gün batımında denize attığım taşların sesini duydun mu peki? Yâda vapurdayken seni bana anlatırcasına çığlıklar atan martıları? Odamın sensizliğini hissettin mi ki? Her adımda ayağıma takılan bir kâğıt parçası vardı ve üzerinde sana adanmış bir şiir, bazen de küçük bir yazı. Çoğu kurgulanmış hayalleri anlatırdı... Odama vuran her dalga da daha bir âşık oluyordum sana. Kalbimi sana sunduğum günden itibaren, geçen her gün sana daha çok kaptırdım kendimi... Sen bütün bunları gördün belki ama görmemek için de nedenlerin vardı galiba. Her yer siyah-beyaz...
Çok şey yaşadım o kısa süre içinde. Lanet beton yığını sadece seninle anlamlıydı. O yeşil duvarlar, o soğuk “mavi koridor”lar, pek de rahat olmayan o tahta sıralar... Masalar benim için sadece üzerine şiir yazılması olası tahta parçalarıydı... Ve o sınıf... Neydi o yalan öyle! “Biz bir aileyiz”...Ne palavraydı be! Herkes kendi derdine düşmüş yaşıyordu ve bu çaresizliğini gizlemenin en iyi yolu olarak da sahte mutluluklar yaratmayı görüyordu... Evimde oturur, şarap içip Beethoven dinlerdim sen olmasaydın; şu an yaptığım gibi... Şiir yazmazdım belki de, ama okurdum, eminim...
Ama sen vardın... Seni seviyordum. Seni çok seviyordum... Şarkılar söylüyordum... Şiirler yazıyordum... Durduk yere ağlıyordum... Ben, sana aşık olmuştum. Ben sana, çok ama çok masum, dokunmak istemiştim.
Kendimi kandırmaya çalıştığım zamanlarda da yazardım. Yazdıklarımı okurdum, inanmaya çalışırdım. Seni görünce her şeyi unuturdum; kendimi bile yok sayardım. Ve sen öyle güzel gülümsüyordun ki... Canım yanıyordu. Çok canım yanıyordu...
Dostoyevski’nin Ezilenler ’ini okurdum. Ah o “Nataşa” gibi seviyordun belki de başkalarını kim bilir. Başka vücutları arzuluyordun, başka dudakları hayal ediyordun. Karanlıktan korktuğunda sarılmak istediğin kişiler başkaydı... Ben neydim ki senin için? Bir Nihilist nasıl bakıyorsa hayata sen de o kadar anlamlı görüyordun beni. Ve belki de yanılıyorumdur.
...
Bir yanılgının itirafı... Uydurma bir rüzgârdın her şeyi anladığımda...
Aptallıklar diz boyu... Gülümsemelerle geçen günler peşi sıra aktı geçti... Gerçekler göründü gözlerime, korktum...
Saçmaladığım ve kendimi kandırarak savaştığım “insan” uçup gidiyordu göz göre göre... Tarih! Yaz bunu: şair en çaresiz insandı hep!
Her şey bir şiirle başladı belki de... O’na evrenin en coşkun mısralarını yazdım ve bazen ağlamaklı. Anlaşılır bir çaresizlik vardı üzerimde, eminim görüyordu... O’nu, o, ilk gördüğüm zamandan sonra ve sesini ilk duyduğum hatta O’na dokunduğum o tatlı ve masum dakikalar... Kapılışımın ve eskiden beri süre gelen yıkımımın ( aldanışımın farkına varışım) sonu; O , “su perim” , nasıldı kim bilir benden önce... Nasıl anlatılabilir O’nun tarihi? Eminim güzelliklerle dolu bir eser olurdu yazılsa. Ama önemi yok geçmişin. O’nun var oluşunu seviyordum ve O’nu bu durumda böyle bana sevdiren şey O’nun tarihiydi elbet, bu su götürmez bir gerçekti. Tek bir sorun vardı: zaman!
Bu duyguların ilk kelimelerini yazdığım şiir... Nasıl oldu da veremedim O’na... Korkmuştum elbet. Tam bir tarih kargaşası ve insanoğluna, soykırımları anlatan araştırma yazılarından daha da nefretle bakmama sebep oluyordu bu duygu... Güneş batardı ve ben doğardım usulca. Senin de haberin olmazdı O’nun da... Gerçi senin bir önemin yoktu, sen kendini özel gördüğün zamanlarda. Hatırlıyorum o 3 Şubat tarihli şiirimi okuduğun zaman yüzünde can bulan şeyi, neyse o... “Bir şey mi var?” soruları savruldu etrafa. Oysa kimse farkında değildi ki gerçek ayaklandı gözlerinin önünde...
Huzurluydum. Gerçeği bulmuştum. Hemen önümdeydi, burnumun dibinde... Biraz geç de olsa görmüştüm. Sevmiştim. Dalga geçerdim çoğu zaman. Sonu gelmeyen şakalar... Ve bazen masal sohbetler vardı. Huzur dolu bir ses… Nasıl da unutturuyordu yaşadığımı... Ama içimdekiler nerdeydi? Bir tek söz bile yoktu ortada ama davranışlar... Ara sıra bir şeker tadında ve bazen bir dokunuş, çoğu zaman hissettirmeden sevgilinin sırtına. İşte benim kadınım... Peki, onca sayfanın ne anlamı vardı ki şimdi? Sadece ucuz bir serzenişti belki de...
...
Belki de cennetten kovulduğum için okudum onca kitabı... Sadece bir dürtü… Ama anladım hayatın boşluğunu. Sonra “su perimi” tanıdım. Evrendeki masumiyet simgesiydi galiba. Yâda öyle miydi? Belki de bir kaçıştı ve bu, benim gözümü köreltiyordu senden kaçma yolunda...
Ama zamanla alıştım buna. O anlamadı bunu. Bir şekilde seninle savaşıyor gibiydi... Bu yüzden kaçtı benden. Ve nefret etti... Beni kabullenmek zordu. Farklı hayatların kesişen yollarıydık ama bağlayamadık birbirimiz...
Anlayamadım nasıl oldu her şey... Esip geçen ani bir rüzgâr gibiydi; hissettiriyordu kendini ama yüzünü göstermiyordu hiçbir zaman. Yalancı bir mahkûmiyet tutkusuydu. Boş zindanlardan gelen tek ve en değerli sesti okuduğum şiirlerin yankısı. Anlayanlar yanıma koştular ve benimle birlikte söylediler sevda türkülerini. Duymak istemeyenlerse kaçıp gittiler uzaklara... Anılar vardı ve aç hayvanlar. Vahşi ormanın içinde gibiydim, korkuyordum. Ay ışığı nereye götürürse beni oraya gidiyordum. Ama nedense hep su perisine götürüyordu. İnadına su perisinin yanına doğru koşuyordu şiirlerim... Ağlıyordum halime. Acıyordum kendime çoğu zaman. Ama arada hep bir şeyler oldu. Olmadı, şiir var olamadı, tamamlanamadı hiç. Aslında oldu bir ara, sonra tutmadı dikişler, yırtıldı en ihtişamlı anılara yaklaşırken. Su içinde yaratılmış bir sevi gibiydi ama belki de yalancı bir seraptı. Düştüğüm çölün ortasında kaçmak için aradığım bir ağaç gölgeliği bir sahte kalabalık... Ve bekli de aldatılmışlık...
Masum ve çocuksu gülümseyen insanlar her zaman dürüst olmuyorlardı. Bunu anladım ve yıkıldım.
II. Kayıp Ahit
“Doğunun en yüksek tepesine çık ve dünyayı izle... Güneşi izle, doğarken ve batarken. Bulutları ezber et, rüzgârlar onları sürüklerken. Ne yazık ki onlar insanın gerçeğidir. Çaresizliğin en büyük göstergesidir. Acizliğini gör ve ağla haline.
Rüzgâr kesilince ve gece olunca, yıldızları izle. Ne kadar çok pırlanta dizilmiş gökyüzüne değil mi? Oysa görmen gereken bu değil! Kalbinle dinle yıldızları. Ne kadar çok yalnızlık var evrende? Öyle kalabalık ki karanlık gece... Ama sahte bir kargaşa, salt bir yalnızlık... İşte öğrenmen gereken bu… Senin şair oluşunun kökeni bu çaresiz yalnızlığın… Ne kadar parlarsan parla sana dokunabilecek bir insan yok! Bunu anla! Senin üzerine bırakılmış bir lanettir bu.
Dünyanın öbür ucundan sesler gelecektir. Gelsinler. Onlar senin için sevda ile dans eden mısralar giyinmiş acılardır. Bunun farkına varacaksın. Korkma! Senin elindeki güç hiç kimsede yok. Bilgiye ve şiire sahipsin. İnsanlığın en büyük silahı onlardır. Bu yüzden acılardan kaçma ve savaş onlarla. Her ne kadar canını yaksalar da zafer senin olacak, bunu unutma. Kıtaları gezeceksin belki de. Bu senin tercihin… Ama nereye gidersen ben hep senin peşinde olacağım. Ben senin içinde büyüttüğün kederin kaynağıyım. Bu yüzden benden kaçamazsın.
Onlar başkadır. Her an seni izlemezler ve bazen unuturlar. Yalnızlığının en zifiri olduğu gecelerde bile seni hatırlamazlar. Etraf karanlık ve sessizdir. Bir çöl yalnızlığı sarar seni. Korkma! Bu ahmaklık olur onca söylediklerimden sonra.
Gündüzü hisset! Yaşayan dünyanın sende bıraktığı her anı dinle... Ne göreceksin? Sıradanlık! Aynı olan her şeyden sıkılacaksın. Yaşam kuruyacak gözlerinde ve ölmek isteyeceksin. Senin için çok doğal bir olgu olan intihar, farkında olmasan da bencillik doludur. Sen yaşamı ve diğer insanları istemiyor olabilirsin, ama bu diğerlerinin sana ihtiyacı olmadığı anlamına gelmez...
İçin kan ağlıyor, görüyorum. Çok derin bir iz var bedeninde. Bu yüzden şarap içip şiir yazmak istiyorsun her gün. Bu, saygı duyulması gereken bir davranış… Çok az insan kendine bu yolu seçme cesaretini gösterebilir. Sen bilginin ve hayatın peşindesin. Kendine de yol olarak şiiri seçtin. Önünde saygıyla eğiliyorum.
Ama unutmaman gereken çok önemli bir nokta var: Eğer bu peşinden koştuğun “bilgi”yi terk edersen, şiirini elinden alırım. Gözleri kör edilmiş bir kuş gibi olursun. Nereye uçtuğunu bilmeden kanat çırparsın ve elbet (kısa) bir süre sonra başkasının yaşam kaynağı olursun, sıradan bir et yığını olarak... Bu gittiğin patikayı devam edersen sonuna kadar, işte o zaman ne mutlu sana! Her şey bittiğinde şiirinin anası olan yüce varlık senin yanında olacak. Ve artık şiire ihtiyacın olmayacak nefes almak için. Çünkü şiirlerin en güzeli senin olacak...”
...
Düşlerimden kopup geldin. Bir anlık sarhoşluğumda kendimi kutsadım. Acıyorum zihnime. Bu ne saçmalıktır ki en küçük bir çaresizlik kıvılcımını görünce saklandım egolarımın arkasına. Ne anlamı kaldı ki o zaman onca kitabın? Boşa geçmiş zamanlar bütünü... Bir ahmak şair miydim? Boş boş mu yazıyordum her şeyi? Söyle bana! Beni tanıyorsun! Gözlerimin içine bak ve söyle! Bana ne yaptın?
Farkında değildi kimse. Çok değiştirdi hayat beni seni yoluma çıkarmakla. Ve su perisi de son darbe oldu. Zaten bozuk olan dünyanın kanser düşünceleri yetiyordu. Sizinle birlikte darmadağın oldum, her ne kadar geçici bir süre için olsa da. Bir şekilde yıkım yaşandı. Ama yaşanan başka şeyler de vardı. Bunların farkında değildiniz... Bu yaşananlar tercih ettiğim patikanın benim için hazırlanmış kayalarıydı üzerime düşmek için.
III. Vapur ve Martılar
Bulutsu bir telaş, çocuksu bir tebessüm ve tedirgin bir içselleştirme ile elimi tutan bir insanoğlu ile giriverdik martıların koynuna. Başımız dönerken ve biz son sigaralarımızı içerken vapurun arkasında, simit peşinde koşan martılara söyledik şarkılarımızı. Beyaz bir köpük seli gözlerimizde… İstanbul’un sesi yankılanıyordu her yanda. Gülümsüyorduk.
İstiklal Caddesi’nin bir sağında bir solunda yürümeye çalışan iki çakırkeyif varlık, sarmaş dolaş yaşıyorduk kendimizi… Ne büyük bir zevkti o; sevdiğin insana sarılıp bira içmek aşık müzisyenlerin ışığı altında… Bir nefes duman, alkol ve bir öpücük, sevgilinin narin dudaklarından, bana bahşedilmişti. Doyamıyordum hiçbir anına. Ölesiye bir sevişme isteği vuruyordu bedenime… Bu ne büyük bir aşk! Aradığım buydu işte. Anlamsız değildi, boş değildi, uydurma değildi; her şeyiyle tam da aradığım ve yıllardır arzuladığım insandı…
Martılar bize mi gülümsüyordu? Üzerime alınmak istedim çığlıklarını. Belki de benim yerimde olmayı istiyorlardı. Atılan simitler bahane, onlar yanımdaki değerli varlığı izlemek istiyorlardı. Bu yüzden bıkmadan usanmadan uçtular vapurun peşi sıra.
Kayboldum…
Koralp Arslan
2005-2008 / Adana - Bursa