4 Nisan 2009 Cumartesi

Öykü - Bölüm I

“Pır pır ediyor içimde bir şeyler. Hoş, aşık olunca oynaşır değil mi kelebekler insanın midesinde? Ama öyle bir şey değil bu. Farkındayım; bir şeyler değişiyor...” diye mırıldanıyordu kendi kendine. Ben de onu izliyordum öylece.

Bitti. Her şey bitti. Nereden bilebilirdim ki böyle olacağını? Düşününce keyif verici yaşadıklarım. Yitirilenlerin hüznü de var aynı zamanda.

Aralık ayının ilk günleriydi. Bir cumartesi gecesi biraz yürümek için çıktım evden. Evime doğru gelen yolda yürümeyi çok seviyordum. Hele gece olduğunda ayrı bir keyif veriyordu. Evden aşağı yukarı dört yüz metre ileride bir park vardı. Parkın girişinde de küçük bir büfe… Bir şişe bira aldım, parktaki banklardan birine oturdum. Hemen yol kenarındaydı oturmak için seçtiğim bank ve manzarası da gayet güzeldi. Dağın yamacına doğru dizilmiş evlerin ışıklarına bakıyordu.

Hava çok soğuktu ama biranın soğuklu sanki içimi ısıtıyordu. Düşüncelere dalıyordum. Hayatımda farklı bir döneme girmiştim artık ve buna alışmak zaman alıyordu. Aldığım her yudumda rahatlıyordum. Kulağımda da müzik… İnsanın içini okşayan alaturka melodiler… Öylece dalıp gitmiştim atmosferin büyüsüne. Önümden geçen arabaları fark etmiyordum bile. O kadar kaptırmışım ki kendimi, cebimde titreşen telefonumu çok zor fark ettim. Arayan Ece’ydi. “İyi geceler Ece. Nasılsın bakalım?” diyerek açtım telefonu. “Koralp çok kötü!” diye karşılık verdi. Sesi hiç de iyi gelmiyordu. Devam etti: “Annem… Annem intihar etti. Fakültedeyiz şu an. Ne olur gel!”

Şaşırmıştım. Kalan biramı bir dikişte bitirdim. Eve koştum. Arabaya atlayıp hızlıca hastaneye gittim. Ece, acil girişinde, otoparkın önündeki banklardan birinde oturuyordu. Arabayı park ettim ve yanına gittim. Hareket etmiyordu. Bakışları donuktu. Yanına doğru gelirken beni fark etmemişti. Tek kelime etmeden banka oturdum. Bana baktı. Gözleri sulandı birden. Sarıldı ve ağlamaya başladı. “Niye anne? Niye?” diye söyleniyordu. Sıkı sıkı sarılmıştı. Öyle sıkı sarılmıştı ki canım yanıyordu ara ara.

Bir süre sonra başını kaldırdı ve gözlerime baktı. Ağlama krizi bitmiş gibiydi. “Babam nerde?” diye sordu. Yüzümdeki ifadeden babasının nerede olduğu konusunda hiçbir fikrimin olmadığını anladı. Kalktık ve içeri girdik. Koridorda babasını arıyordu. Göremeyince acil doktorlarından birisine sordu. Babasının polise ifade verdiğini öğrendi. İfadenin alındığı odaya gittik. Görevli polis Ece’nin de ifade vermesi gerektiğini söyledi. Odadan çıktım. O noktada benimle ilgili bir şey yoktu çünkü.

Koridorda bekliyordum. Yarım saat sonra babası ve Ece odadan çıktılar. Yavaş adımlarla bana doğru geldiler. “Delikanlı, Ece’yi eve bırakır mısın? Benim burada kalıp bazı işlemlerle ilgilenmem gerekiyor. Ve yapacağım birçok telefon görüşmesi var.” dedi babası. “Elbette!” dedim “Siz merak etmeyin efendim”.

Arabaya bindik. Biraz yardımı olur diye yumuşak bir müzik açtım. Suskundu. Sessiz sessiz ağlıyordu. Gözyaşlarını görebiliyordum. Yaklaşık on beş dakika boyunca hiç konuşmadık. Öylece dışarıyı izliyordu. Ece’ye bakmaktan yola konsantre olamıyordum. Onun için üzülüyordum.
“Biraz durabilir miyiz?” dedi birden. Arabayı hemen kenara çektim. Yavaşça kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Arabanın arkasına doğru yürüdü. Çantasından sigarasını çıkardı ve bir tane yaktı. Yanına gittim. Yoldan geçen arabalara bakarak “Böyle olmak zorunda değildi” dedi. Neler olup bittiğini bilmediğim için anlamsızca bakıyordum. “Bir mahzuru yoksa anlatır mısın neler olduğunu?” diye sordum. “Eve gidince anlatırım. Şimdi konuşmak istemiyorum bu konu hakkında. Ama yanımda olman güç veriyor bana. Sağol.” dedi ve arabaya oturdu. Bende peşinden… Eve varana kadar yine sessizlik…


Ece duştan çıkana kadar çay demledim. Sıcak sıcak içeriz, içimiz ısınır, daha sakin konuşuruz diye düşünmüştüm. Mutfağa gelip çayı gördüğünde gözleri gülümsedi az da olsa: “Çay demlemişsin. Ne güzel”

Çaylarımızı yudumlamaya başladık. Konuya nasıl giriş yapacağımı düşünürken anlatmaya başladı: “Bu galiba genetik bir durum. Büyükannem de şizofren. Onunla alakalı olabilir dedi doktor ama sonuçta bilemiyorlar. Bunalımda olabilirmiş. Sorunları sebebiyle böyle bir girişimde bulunması olasıymış. Ama niye? Sorun olabilecek bir şey yok ortada. Korkuyorum Koralp. İleride annem gibi kafama silah dayayıp kendimi öldürmek istemiyorum”. Şaşkına dönmüştüm. Kendini vurmuştu. Bunu yapabilecek kadar çıkmazda mıydı? “Nerede yapmış bunu?” diye sordum. Dağ yoluna doğru gitmiş arabasıyla. Sonra da vurmuş kendini. Donup kalmıştım. Ama nedense bir sakinlik vardı Ece’nin üzerinde. Şokta olduğu için olabilirdi ama öyle değildi sanki. Kabullenmişti belki de bu durumu. Çok da üzerine gitmek istemedim.

Başka kimse yoktu hastanede. “Güney’lere haber vermedin mi?” diye sormadan edemedim. Sadece beni aradığını söyledi. Bu da ikinci şaşkınlık olmuştu benim için. Çayından bir yudum aldı ve gözlerimin içine bakarak “Sahte olmayan birisine ihtiyacım var Koralp şu an. Hepsi bu. Karşılık beklemediğini bildiğim içten bir insan… Senden başka kim var?” dedi.

Biraz kafamız dağılsın diye salona geçtik ve sakin bir müzik açtık. Pencerenin kenarında karşılıklı duran ve manzaraya karşı sohbet etmek için orada oldukları her hallerinden anlaşılan iki koltuğa oturduk. Dizlerini koltuğun üzerine çekti ve çenesini dizine koyarak belki de kendince kendine sığınmış bir şekil aldı. Dışarıyı izliyorduk. Sıklıkla Ece’ye bakıyordum. Gözleri dalıp gitmişti yine.

Bir süre sonra oturduğu yerden kalktı ve mutfağa gitti. Birkaç patırtı ve çekmece sesinden sonra iki kadeh ve bir şişe şarapla salona döndü. “Biraz uyuşturur belki” diyerek gülümsedi. İkişer kadeh içtik. Babasından bir ses çıkmamıştı. Muhtemelen çok geç gelecekti eve. Uyumak isteyip istemediğini sordum. Onu odasına götürmemi istedi. Kucağıma alıp odasına götürdüm. Yavaşça yatağına bıraktım. Tam uzaklaşıyordum ki “Dur” dedi “sen de yat benimle. Yalnız uyumak istemiyorum”. “Peki” dedim ve yanına uzandım. Yorganı üzerimize çektim. Koluma sarıldı ve kısa süre sonra uykuya daldı. Karanlık odanın tavanına bakınırken ben de uyuyakaldım.

. . .

“Miskin, kalk bakalım! Kahvaltı hazır”. Ece’ye aitti bu ses. O kalkalı birkaç saat olmuştu. Derin derin uyuduğum için beni uyandırmak istememişti. Mutfaktan babasının sesi geliyordu. Telefonla konuşuyordu.

Yavaşça kalktım. Banyoya gittim ve yüzümü yıkadım. Sersem gibi hissediyordum kendimi. Gözlerim şişti. Sallana sallana mutfağa doğru yürüdüm. Yavaşça sandalyeye oturdum. Babası çok yorgun görünüyordu. Aynı zamanda çok da buruk bir ifade vardı yüzünde. Ece öyle değildi ama. Anlam veremediğim bir rahatlığı vardı. Annesinin intiharı yüzünden biraz dengesiz davranmasını normal karşılıyordum. Bu biraz farklıydı sanki. Üzerinden bir yük kalkmış gibi bir hali vardı. Bu konu üzerinde o an için fazla durma ihtiyacı duymadım çünkü kahvaltı gerçekten güzel görünüyordu ve de çok acıkmıştım.

Kahvaltıdan sonra Ece ile evden çıktık. Yürümek iyi geliyordu. Bir yandan da laflıyorduk. Birkaç saatlik yürüyüşün ardından Ece’yi aslında hiç de tanımadığımı farkettim. Aklının içinde dönen hikayeler beni etkiliyordu. Çocukluğundan bu yana öyle derin bir iz bırakmış ki annesi üzerinde, kendini sıyıramıyordu. Korkuyordu. İçini kemiren bir ezilmişlik… Anlayamıyordum onu ve bu beni yoruyordu. Kaç yıl olmuştu birbirimizi tanıyalı? Bu soruya artık “birkaç dakika” cevabını verebilirdim rahatlıkla. Dalgalar o kadar şiddetliydi ki artık Ece’yi aşıp benim yüzüme çarpıyorlardı.

Akşama doğru Ece’yi evine bıraktım. Hava kararmaya başlamıştı ben kendi halimde Çekirge sokaklarında yürürken. Bir sürü otomobil peş peşe dizilmiş akıyorlardı yol boyunca. Rahatsız edici korna sesleri, motor sesleri… Sessizliğe ihtiyacım vardı. Ama önce birşeyler içmek istiyordum. Bir bara gittim. Üç saat kadar bir başıma oturdum, viski içtim. Derin derin nefes alıyordum. Oldukça gereksiz bir durgunluktu bu. İçtiğim içkilerin ücretini ve bir miktar da bahşişi masaya bıraktım ve bardan çıktım. Üç saat öncesine nazaran daha sakin akıyordu trafik. Bir taksi çevirdim.

Evin kokusu bazen etkiliyordu beni. Kendime dair bir şeyler uyanıyordu içimde. Sert bir kahve hazırladım, şehri gören bir pencerenin önüne oturdum. Amalia Rodrigues’in Primavera şarkısını açtım. Gözlerim dalıp gidiyordu. Aklıma türlü türlü sorular geliyordu. Anlamıştım ki bugün şaşırdığım şey Ece’nin annesiyle yaşadığı yabancılaşma değildi. Bizzat kendimin kendime yabancılaştığını farketmiştim. Kendime göre yozlaşmıştım. Öyle hissediyordum. Ya da o yolda ilerlediğime dair bir duygu vardı içimde. Endişeleniyordum.

Saat gece yarısını geçmişti. İrem aradı. Yanına gelip gelemeyeceğimi soruyordu. Alkol aldığımı ve başımın ağrıdığını söyledim. Kendisinin geleceğini söyledi ve telefonu kapadı. İrem için de bir bardak çıkardım. Bir iki bardak viski içmek isteyebileceğini düşündüm. Sonra vazgeçtim. Daha iyi bir fikrim vardı.

Yarım saate kadar geldi İrem. Pekiyi görünmüyordu. Kapıdan içeri girmek için hareket ettiğinde “Dur” dedim “dışarı çıkalım”. Arabama atladık. Bir yandan arabayı kullanırken bir yandan da Mustafa’yı arıyordum. Restoranın açık olup olmadığını sordum. Kapamak üzere olduğunu söyledi. Beni beklemesini söyledim ve kapadım. “Nereye gidiyoruz?” diye sordu İrem. Inti Illimani cd’si açtım, “sen bunu dinle şimdi.” dedim. Gülümsedi. Yol boyunca dışarıyı izleyerek eşlik ediyordu şarkılara. Aklımdan bir sürü şey geçiyordu. Nefes aldığım hiçbir anın farkında değildim. Öylesine yaşıyordum ama yaşıyordum.

“Nerde kaldın abi?” diye karşıladı bizi Mustafa. “Yavaş yavaş geldik” dedim ve ekledim “Bu gece restoranda kalıcaz. Anahtarı bize bırak.” Şaşırdı ilk önce. Sonra “peki, al bakalım” diyerek anahtarları bana uzattı “Yatarken kilitlemeyi unutmayın sakın daldırıp. Haydi, iyi geceler size”.

Restorana niye geldiğimizi anlamamıştı İrem. Yüzünden belliydi, olup bitene bir anlam veremiyordu. “Otur” dedim ve korkuluğun yanına bir sandalye koydum “rahatına bak. Ben her şeyi halledeceğim şimdi”. Dolaptan biraz peynir ve domates çıkardım. Çok az da haydar ve birber borani vardı. Bir küçük rakı açtım. Mezeleri ve rakıyı gören İrem gülümsedi “Tam da ihtiyacım olan şeydi bu”. Gülümseyerek karşılık verdim.

“Katlanamıyorum Koralp. Canım sıkılıyor. Daha doğrusu canım yanıyor” dedi dalgın bir bakışla denizi izlerken “Kaç hafta oldu ki üstesinden gelebileyim?” Cebimden sigarayı çıkardım, bir dal yaktım ve İrem’e uzattım. Sonra kendim için de bir tane yaktım. Derin bir nefes çektim, yavaşça dışarı verdim dumanı. “Suya bak. Sakin, dalgasız, huzurlu… Peki, yakından bakınca? Darmadağın…” Sadece bunları diyebildim o an için. İrem’de “Anlıyorum” diye karşılık verdi. Müziğe ihtiyacımız yoktu. Gece yetiyordu bize. Ve deniz kokusu, yosun kokusu… “Bize!”… “Bize!”
Karşılıklı oturmuş rakılarımızı yudumluyor sigaralarımızı içiyorduk. Çok nadir konuşuyorduk ama anlıyorduk birbirimizi. Bu, kolay kolay elde edilebilecek bir şey değildi.

“Devam et” dedim “üstesinden gelemeyeceğin bir şey değil ama…” Bana baktı. Gülümsedi. Gözleri sulandı yavaş yavaş. Bir damla yaş çatladı gözünde ve bırakıverdi kendini İrem’in yanaklarına doğru. Süzüldü. Çenesinden atladı boşluğa doğru. “Çok zaman… Çok emek… Çok fazla anı, düşünce… Yorucu yani. Fena halde yorucu… Yaşamak kolay belki ama bir boşluk yakaladımı kötü yapıyor. İşten çıktığım anda kendini gösteriyor. Bazen film izlerken ‘acaba O ne düşünürdü bu film için’ demeden edemiyorum. Sabah kahvaltısında bir bardak çay da O’nun için koymak istiyorum. Aslında çoğu zaman bunu istemiyorum. Bu istemek değil, başka bir şey.”

Ayağa kalktım. “Biraz yürümek ister misin?” diye sordum. Yüz metre kadar yürüdük. İrem’e baktım. O da bana bakıyordu. “Güzel olacak” dedim “çok mutlu olacaksın, biliyorum.” Gülümsedi; “Sigara?”

Hiç yorum yok:

renk

bir renk düşün içinde olmadığın sokaklarında yürümediğin söyle bana, bulabilir misin? aldığın nefesin sebebi olur mu? gözündeki bakışta...